Tunus: Demokrasinin Gücü ya da Gücün Demokrasisi

Prof. Dr. Kemal İnat | Görüş & Analiz | 03 Kasım 2014, Pazartesi


Tunus: Demokrasinin Gücü ya da Gücün Demokrasisi

En son söyleyeceğimizi başta söyleyelim. Tunus’ta geçen hafta yapılan seçim sonuçlarına verilen tepkiler bize yine çok defa şahit olmak zorunda olduğumuz bir gerçeği hatırlattı: “Demokrasi iyi bir şey, ancak bizim istediklerimizi iktidara getirirse.” Altı çizilmesi gereken bir başka gerçek ise, “demokrasiyle sorunu olan Nahda değil Batılı ülkeler ve onlarla birlikte Ortadoğu’da eski rejimleri yeniden inşa etmeye çalışan Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt gibi Arap ülkeleri” olduğudur.

Başta Batılı ülkeler olmak üzere, İslamofobi hastalığına yakalanmış bütün çevreler Nahda Hareketi’nin Tunus Parlamentosunda temsil edilen en büyük parti olma konumunu kaybetmesi üzerine rahat bir nefes aldılar. Bu çevreler Nahda’ya karşı eski diktatör Zeynel Abidin bin Ali’nin partisine mensup politikacıların, liberallerin ve solcuların oluşturduğu toplama bir koalisyon olarak ortaya çıkan Nida Partisi’ni (Nida Tunus Hareketi) desteklediler. Nahda Tunus Devrimi sürecinde titiz bir şekilde gösterdiği uzlaşmacı tutuma rağmen İslamofobik çevreler tarafından meşru olarak kabul edilmedi ve siyaset dışına itilmeye çalışıldı. Tunus’ta radikal selefi grupların yaptıkları eylemler ve aşırı söylemleri Nahda’nın etkisizleştirilmesi politikasının en önemli aracı olarak kullanıldı. Aslında Nahda bağımsızlık sonrası Tunus tarihinin en fazla mağdur edilmiş kesimlerini temsil eden bir siyasi hareket olmasına rağmen, Arap Devrimleri’nin başlangıç ülkesi olan Tunus’ta halkın ne için sokağa çıktığı ve diktatörleri devirdiği ince manipülasyonlarla unutturuldu.

Tunus Devrimi onyıllardır halkı ezen ve sömüren kleptokratik bir rejimin devrilmesini hedefleyerek başlamışken, bu rejimin en fazla mağduru olmuş bir siyasi hareketin, bu rejim kalıntılarının önderlik yaptıkları bir koalisyon tarafından iktidar dışında tutulmasının en önemli amaç olduğu bir aşamaya ulaşmıştır. Nida’nın lideri Baci Kaid Es-Sebsi’nin diktatör Habib Burgiba döneminde içişleri, savunma ve dışişleri bakanlığı yaptığı ve sonraki diktatör bin Ali tarafından parlamento başkanı olarak seçtirildiği ve devrim sürecinde başbakan olarak atandığı hatırlanırsa ve partisindeki çok sayıda üst düzey yetkilinin kendisiyle benzer siyasi geçmişe sahip olduğu düşünülürse, Nahda iktidarına alternatif olarak kimlerin kurtarıcı olarak görüldüğü daha iyi anlaşılabilir.

Burada asıl sorun İslamofobik kesimlerin Nahda’ya alternatif olarak Nida’ya sarılmaları ve onu kurtuluş reçetesi olarak sunmaları değildir. Onların maruz kaldıkları hastalık (İslamofobi) başka türlü davranmalarını ve olguları farklı boyutlarıyla analiz etmelerini mümkün kılmıyor anlaşılan. Asıl sorun bu patolojik algılarla oluşan yargıların Ortadoğu barışı açısından en doğru çözüm olarak sunuluyor olmasıdır. Devrim sürecinde iktidar olduğu dönemde uzlaşmacı tutumu konusunda tereddüt oluşturmayacak kadar net bir politika izleyen Nahda’nın iktidar dışına itilmesi amacıyla eski diktatör rejimi politikacılarının desteklenmesinin “demokratik girişimler” olarak sunulmaya çalışılması asıl sorunu oluşturmaktadır. Bu manipülatif algı inşası girişimleriyle Tunus’ta demokrasiyi teşvik ettiklerini ileri sürenlerin kimler olduklarına, gerçekte neyi amaçladıklarına ve bu müdahaleci politikalarının Tunus ve Ortadoğu bölgesi açısından ne gibi sonuçları olacağına bakalım.

Bu “post-modern intervensiyonistler”in kimler olduğunu seçim sürecindeki tutumlardan ve seçim sonuçlarına gösterilen tepkilerden anlamak çok kolaydır. Mısır’da Müslüman Kardeşler’in siyaset sahnesi dışına itilmesinde başrolü oynayan Suudi Arabistan başta olmak üzere, BAE ve Kuveyt gibi Arap ülkeleri yanında Fransa ve ABD gibi Batılı ülkelerin gerek seçim öncesinde yaptıkları yönlendirici açıklamalarla gerekse seçim sonuçları açıklandıktan sonra memnuniyetlerini belirten tepkileriyle “Nahdasız Tunus siyaseti” projesinin mimarları olduklarını göstermişlerdir. Bu ülke yönetimleri ellerindeki bütün manipülatif propaganda araçlarını kullanarak, seçimleri Nahda’nın kazanması durumunda Tunus’un da Mısır’la aynı kaderi paylaşacağını ve demokrasinin korunması için İslamcıların iktidarın dışında tutulması gerektiği algısını inşa etmeye çalışmışlardır. Kısmen “demokrasi için demokrasinin kurban edilmesi” olarak adlandırılabilecek olan bu çabalarında başarılı olmuşlar ve Mısır’da yaşanan katliamları ve sonrasında kurulan diktatörlüğü hatırlayan Tunus halkının bir bölümü Nahda’dan yüz çevirmiştir. 2011 seçimlerinde yüzde 41 oy alan Nahda’nın oy oranı 2014’te yüzde 31’e düşmüştür.

Nahda karşıtı cephenin neden “Nahdasız Tunus siyaseti” amaçladığı sorusuna gelince, “ılımlı siyasal İslamcı” diye tanımlanabilecek olan bir siyasi çizginin Ortadoğu coğrafyasında iktidara ortak olmasını engellemek cevabı verilebilir. Batılı ülkelerle Suudi Arabistan gibi ülkelerin bu çerçevede ortaklaşan çıkarları olduğunun da altını çizmek gerekir. Batılı ülkeler, bahsedilen “ılımlı siyasal İslamcı” çizgiye sahip politikacıların kendi çıkarlarıyla uyumlu politikalar izlemeyeceği kanaatine sahip oldukları için bu çizgiye mensup siyasal aktörleri bastırmaya ve dışarıda tutmaya çalışırken, Suudi Arabistan gibi ülkeler de aynı çizginin mensuplarını kendi iktidarlarının devamı açısından tehlikeli gördükleri için onları ortadan kaldırmaya yönelik bir tutum içerisindedirler. Her iki kesimin de bu tehdit ve çıkar algılarında ne kadar sabit görüşlü oldukları, Mısır’da gerçekleşen darbeye ve sonrasında yaşanan katliamlara destek veren ya da sessiz kalarak onaylayan politikalarında test edilmiştir.

Tunus’ta Nahda karşıtı cephenin izlediği bu politikanın Tunus ve Ortadoğu bölgesi açısından nasıl sonuçlar doğurabileceğine bakıldığında yapılabilecek ilk tespit, “ılımlı siyasal İslamcı” aktörlerin bu şekilde dışlanmasının bütün Ortadoğu’da kendilerini İslamcı olarak tanımlayan radikal örgütlerin sayılarını ve mensuplarını artıracağı gerçeğidir. Siyasetin meşru sınırları içerisinde kendilerini ifade etme imkanı bulamayan ve iktidardan pay alamayan İslamcı kesimler kendi hedeflerini gerçekleştirmek için başka yollar arayacaklardı ki, IŞİD, El-Kaide ve El-Şebab örnekleri bu radikalleşmenin nereye kadar varacağını göstermektedir. Belki ABD ve diğer bazı Batılı ülke yönetimleri, kendi halklarına ve dünyanın her yerindeki müttefiklerine IŞİD gibi örgütlerin ne kadar tehlikeli olduğunu göstermek suretiyle güvenlikçi politikalarının ve yüksek savunma harcamalarının ne kadar haklı olduğunu göstermiş oldukları için bu radikal unsurların varlığından kısmen memnun da oluyorlardır. Belki bu şekilde, Irak ve Afganistan’daki savaşlarının, İran ve Hamas’a karşı baskılarının ne kadar gerekli olduğunu göstermiş olmanın huzurunu duyuyorlardır, ancak gerek bölge gerekse kendileri açısından çok tehlikeli bir yöntem olduğunu görmeleri gerekiyor.

Ortadoğu bölgesi halklarının önemli bir kısmının siyasete yapılan manipülatif müdahalelerle dışlanmasının oluşturacağı öfke ve radikalizm her geçen gün büyüyecektir. Büyüyen bu radikalizm şu anda Irak, Suriye ve Libya’yı şiddetli bir şekilde yakmaktadır. İzledikleri politikalarla bu yangının Mısır’a sıçraması konusunda her türlü zemini hazırlayan Suudi Arabistan gibi ülkelerin bilmesi gerekiyor ki, bölgede büyüyen bu yangın devrim sürecinin kendi ülkelerine sıçramasını engellemek için halklarına dağıttıkları paraları da yakacaktır. Batılı ülkelerin de artık anlaması gerekiyor ki, İslam dünyası ile kuracakları ilişki kendi tasavvurlarını onlara dayatmak şeklinde olduğunda değil, karşılıklı olarak birbirlerinin varlıklarına ve yönetim anlayışlarına saygı duyduklarında doğru bir ilişki olacaktır. İslamofobik eğilimlerle geliştirdikleri Ortadoğu politikası çerçevesinde “Mısır’da Sisi, Tunus’da Sebsi” noktasına gelip bu ülkelerde tabanları çok güçlü Müslüman Kardeşler ve Nahda’ya yaşama şansı vermemeleri sürdürülebilir bir politika değildir. Bu politikada ısrar etmek sadece bu ülkelere değil kendi çıkarlarına da zarar verecektir.

Mısır bu politika nedeniyle çok şey kaybetti, darbe ve sonrasında yaşananlar ülkeyi onlarca yıl geriye götürdü. Şimdi Suudi Arabistan ve Körfezdeki ortakları verdikleri milyarlarca dolarla darbeyi ayakta tutmaya çalışıyorlar. Bunun sürdürülebilir bir politika olmadığını gördüklerinde hem kendileri hem de Mısır çok daha fazla şey kaybetmiş olacak. Aynı şeyi Tunus’ta yapmaya çalıştılar, ancak Gannuşi’nin sağduyulu yaklaşımı sayesinde Tunus’ta Mısır’dakine benzer tamir edilmesi zor acılar yaşanmadı.

Bu durumda Gannuşi’nin şimdiye kadar izlemiş olduğu uzlaşı politikasını sabırla sürdürmesi gerekiyor. Nahda’yı dışarıda bırakarak zorlamayla çok farklı kesimleri bir araya getirmek suretiyle kurulacak olan hükümetin uzun soluklu olması ihtimali çok zor görünüyor. Nahda ılımlı tavrını sürdürdüğü serece sonunda Tunus siyasetinin şekillenmesinde en etki güçlerden biri olacaktır. Seçimlerden ikinci parti olarak çıktı, ancak diğer partilerin çok farklı görüşlerin temsil edildiği koalisyon partileri olduğu düşünüldüğünde Nahda’nın bugünkü Tunus siyasetinde tabanı en güçlü siyasal hareket olduğu görülür. Nahda’nın aynı zamanda tabanı çok güçlü bir sosyal hareket olduğu da göz önüne alındığında, siyaset dışında kalması durumunda bile halkın desteğiyle var olmaya devam edecektir. Aynı tespiti Müslüman Kardeşler için de yapmak mümkündür. Ortadoğu’da dışarıdan aldığı destekle ayakta kalan aktörler değil, kendi halkı nezdinde karşılığı olan ve halkıyla bütünleşmiş hareketlerin geleceği olacaktır.

Bu yazı ilk olarak 3 Kasım 2014 tarihinde ormer.sakarya.edu.tr adresinde yayınlanmıştır.





Powered by proGEDIA