‘Büyük Şeytan’ ve ‘Şer Ekseni’ Söylemi Sona Erer Mi?

Prof. Dr. Kemal İnat | Görüş & Analiz | 15 Kasım 2014, Cumartesi


‘Büyük Şeytan’ ve ‘Şer Ekseni’ Söylemi Sona Erer Mi?
İran ile ABD öncülüğündeki Batı koalisyonu arasındaki nükleer soruna dair müzakereler için belirlenen süre 24 Kasım’da dolarken görüşmelerin başarıyla sonuçlanıp sonuçlanamayacağına dair sorulan sorular artmaya başladı. Birçok kişi, görüşmelerin başarısının Ortadoğu bölgesindeki siyasi dengelerde önemli değişikliklere yol açacağı beklentisi içerisinde. Müzakerelerin başarıyla sonuçlanıp İran nükleer sorununun kesin olarak çözülmesi beklentisi içerisinde olanlar, böyle bir gelişmenin Ortadoğu’da bir Amerikan-İran güvenlik ittifakına varan sonuçlar doğuracağına dair öngörülerde bulunurken, başarısızlık durumunda ABD’nin İran’a karşı yaptırımlarının daha da ağırlaşacağı ve sonunda askeri güç kullanımına kadar varacağını ileri sürenler de söz konusudur. Bu konuya ilişkin öngörülerde genellikle uluslararası ilişkilerin işleyişine dair kuralların hesaba katılmadığı ve iki ülke arasında yaşanan tarihsel tecrübelerin göz ardı edildiği görülmektedir.
ABD-İran ilişkilerinde nükleer müzakerelerde gelinen nokta ve bu konuda atılan adımların iki ülke arasındaki ilişkiler ile genel olarak Ortadoğu’ya muhtemel etkilerini değerlendirmeden önce, uluslararası ilişkilerin doğasına ve Washington ile Tahran arasındayaşanan bazı tarihsel gelişmelere dair birtakım tespitlerde bulunmak konunun anlaşılması açısından faydalı olacaktır. Bu çerçevede öncelikle devletler arasında sürekli dostluk ve sürekli düşmanlıklar olmadığının altını çizmek gerekir. Bütün devletler diğer devletlere ve dış dünyaya karşı, kendi algıları doğrultusunda çıkarları için doğru gördükleri şekilde politikalar geliştirirler. Bu politikalar devletlerin başındaki yöneticilerin eğilimlerine göre değişebilir, çünkü yönetici elitlerin çıkar algıları onların siyasi görüşlerine göre değişiklikler gösterir. Bu tespit doğrultusunda, ABD ile İran arasındaki ilişkilerin sonsuza kadar kötü olmayacağı, her iki ülkenin başındaki yöneticilerin çıkar algıları çerçevesinde değişiklikler göstereceği sonucuna varılabilir.
Clinton ve Obama etkisi
İki ülke yakın tarihine bakıldığında yöneticilerin siyasal eğilimlerinin ilişkilere etkisini görmek mümkündür. ABD’de baba ve oğul Bush’lardan sonra başkanlık yapan Clinton ve Obama dönemlerinde Washington’un Tahran’a yönelik politikasının daha az çatışmacı olduğu ve aralarındaki sorunların çözümünde diplomatik çabaların daha fazla öne çıktığı söylenebilir. Buna karşılık her iki Bush’un başkanlık dönemlerinde ABD’nin İran politikasının daha sert olduğu, sorunların çözümünde ekonomik, siyasi ve diplomatik yaptırımların daha fazla öne çıktığı ve diyaloğun neredeyse hiç olmadığı görülmüştür. Clinton ve Obama dönemine ilişkin ilginç benzerlikler de söz konusudur. Clinton’un sekiz yıllık görev süresinin son üç yılında İran’da Hatemi gibi Batı ile daha iyi ilişkiler kurulması taraftarı bir cumhurbaşkanı işbaşına gelmişken, benzer bir şekilde Obama’nın son üç yılına girilirken de İran’da reform ve Batı ile diyalog yanlısı Ruhani cumhurbaşkanı olmuştur. Hem ABD’de hem de İran’da sorunların çözümü konusunda diplomasiyi öne çıkaran liderlerin işbaşında olduğu bu dönemlerde işbirliği ekseninde adımların atılmasını engelleyen benzerlikler de söz konusudur. Clinton gibi Obama da, başkanlığının son yıllarını Kongre’nin her iki kanadında çoğunluğu elde eden Cumhuriyetçilerle uzlaşarak geçirmek zorunda kalmış gözüküyor.
Temsilciler Meclisi ve Senato’nun her ikisinde çoğunluğu ele geçiren partinin farklı partiden olan başkanı çok fazla sıkıştırabildiğinin örneğine Amerikan siyasal sisteminde çokça rastlanabilir. Ortadoğu’da Amerikan politikasının uygulanmasında daha çok barışçı yöntemler arayışı içerisinde olan Clinton’un 1998 yılının Aralık ayında Kongre’nin her iki kanadında çoğunluğa sahip olan Cumhuriyetçilerin baskısıyla Irak’a karşı gerçekleştirdiği ve yaklaşık 2.000 kişinin hayatını kaybettiği Çöl Tilkisi Operasyonu buna örnek olarak verilebilir. Bu aslında Cumhuriyetçiler içerisinde çok etkili olan Neo-Con’ların daha sonra Bush döneminde daha geniş uygulama imkânı buldukları saldırgan politikanın ilk provası gibi olmuştur. 2008 yılında yapılan Amerikan başkanlık seçimlerinde İran konusunun en fazla gündeme gelen konu olduğu ve Cumhuriyetçi politikacıların o zamandan bugüne kadar Obama’nın İran’la diyalog politikasına karşı sert açıklamaları dikkate alınırsa, Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Amerikan Kongresi’nin Obama’yı İran’a karşı sert politika izlemeye zorlayacağı öngörüsünde bulunulabilir. İran’la 2013 Kasım ayında imzalanan geçici anlaşma çerçevesinde nükleer müzakerelerde olumlu sonuçlar alınıp ilerleme kaydedilmesine rağmen, Washington yönetiminin aynı dönemde Tahran’a karşı yaptırımları daha da sertleştiren kararlar alması ve Cumhuriyetçilerin bununla da yetinmeyip yeni yaptırım tasarılarını gündeme getirmeleri bunun işaretleri olarak algılanabilir. Gelinen noktada İran nükleer sorununun barışçı yöntemlerle çözümünün önündeki en önemli engeller şunlardır:
1-Müzakereler sonrasında varılacak uzlaşının ABD’de Cumhuriyetçilere kabul ettirilmesinin zorluğu
2-Varılacak uzlaşının İran’daki muhafazakâr devlet elitine kabul ettirilmesinin zorluğu
3-İsrail ve ABD’deki Yahudi lobisinin İran nükleer sorunu konusunda Batı’nın askeri müdahalesinde ısrar etmesi.
Yahudi lobisinin vesayeti
Obama’nın, ülkesindeki Yahudi lobisinin baskıları karşısında Cumhuriyetçi başkanlara göre daha dirençli olduğu ve son bir yıl içerisinde atılan olumlu adımların bu lobiden gelen negatif etkilere rağmen gerçekleştirildiği görülmektedir. Ancak Cumhuriyetçilerin Kongre’de güçlenmesi İran politikalarının şekillenmesinde Yahudi lobisinin etkisinin de artacağı anlamına gelmektedir. İran sorununu sadece bu ülkenin nükleer silahlar edinmesi meselesi olarak görmeyen İsrail ve onun ABD’deki güçlü lobisi, Tahran’a karşı ekonomik yaptırımların yetersiz olduğunu, İran’a karşı bir askeri müdahalenin zorunlu olduğunu düşünmektedir. Bu müdahaleyi yapma konusunda ise doğrudan kendisini riske atmak yerine, ABD önderliğinde bir gücün devreye girmesini ve daha önce Irak’a karşı yapıldığı gibi, İran’ın Ortadoğu’daki gücünün kırılmasını istemektedir. Daha Bush döneminde, böyle bir müdahalenin gerçekleştirilmesi konusunda uluslararası kamuoyunun desteğini sağlamaya yönelik olarak ciddi bir propaganda çabası yürüten İsrail lobisi, Obama’nın başkan olmasıyla İran’a askeri müdahale konusunda önemli bir mevzi kaybetmişti. Ancak Obama döneminde de “İran tehdidi”ni anlatmaya yönelik çalışmalarını artırarak sürdüren lobi ABD öncülüğünde İran’a karşı ağır ekonomik yaptırımlar içeren kararların alınmasında rol oynamıştır. Bu yaptırımların yetersiz olduğunu ve askeri müdahaleyle desteklenmesi gerektiğini düşünen İsrail lobisi karşısında, İran sorununa diplomatik çözüm bulan Amerikan başkanı olarak tarihe geçmeye çalışan Obama’nın şansı Cumhuriyetçilerin son seçimlerde güçlenmesiyle azalmıştır.
Ruhani ne kadar etkili?
İran nükleer sorununun çözümüne dair müzakerelerin başarısını ve Washington ile Tahran arasındaki ilişkilerin geleceğini yakından ilgilendiren bir başka konu İran’da geçen yıl yapılan seçimlerde cumhurbaşkanı olan ve Batı ile ilişkiler konusunda oldukça ılımlı bir politika izleyen Hasan Ruhani’nin bu politikasının sınırlarının nereye kadar uzanabileceği meselesidir. İran siyasal sistemini yakından tanıyanlar, bu ülkede cumhurbaşkanı makamında bulunan kişinin yetkilerinin sınırlı olduğunu ve gerek iç gerekse dış politikada asıl belirleyici olan kişinin “Rehber” olarak adlandırılan dini lider olduğunu bilirler. Buna göre aslında İran’da Ruhani cumhurbaşkanı seçilse de, nükleer soruna dair izlenecek politika konusunda da asıl yetkili makamda bir değişiklik olmamıştır. Ali Hamaney1989 yılından beri bu makamda bulunmaktadır ve nükleer sorun konusunda müzakerelerde Ruhani’nin attığı adımlar onun onayıyla atılmıştır. Bu adımların atılmasının gerçek nedeni de, Ruhani’nin politik tarzından çok İran’ın son dönemde iyice altında ezilmeye başladığı ekonomik yaptırımlardan kurtulma arzusudur. Ancak Hamaney’in de onayıyla Ruhani liderliğinde atılan bu adımlarla “ABD’ye taviz verilmesi” İran içerisindeki katı muhafazakar çevrelerde ciddi rahatsızlık uyandırmaktadır. ABD’de Cumhuriyetçilerin baskısıyla Obama yönetiminin nükleer müzakerelerde taleplerini daha da artırması veya İran’a yönelik yaptırımların kaldırılması yerine daha da ağırlaştırılmasının gündeme gelmesi İran’daki bu muhafazakar çevrelerin rahatsızlığını daha çok artıracak ve Hamaney’in de Ruhani’ye açmış olduğu alanı daraltmasına yol açabilecektir.
Sonuç olarak İran’da ABD’yi “büyük şeytan” olarak görmeyen politikacılar olduğu gibi ABD’de de İran’ı “şer ekseni”nin bir parçası olarak görmeyen politikacılar da vardır. Hatta gerek İran’da gerekse ABD’de bu politikacılar cumhurbaşkanı ya da başkan olarak devletin en üst makamlarını işgal etmektedirler. Ancak görünen o ki, bu iki ülke arasındaki ilişkilerin şekillenmesinde, Tahran’da ABD’yi “büyük şeytan” ve Washington’da İran’ı “şer ekseni ülkesi” olarak görenlerin daha etkili olacakları bir döneme doğru gidiyoruz. Bu dönem henüz tam olarak başlamadan atılacak radikal adımlarla önceden barışın sağlanması ve iki ülke arasındaki atmosferin, her iki tarafın “şahin”lerinin bozamayacağı kadar olumlu bir düzeye getirilme şansı var mıdır?
Bu soruya olumlu cevap vermek zor gözüküyor. Obama ve Ruhani’nin iyi niyetli çabaları veya IŞİD gibi ortak tehditlerin varlığı ABD ile İran arasındaki çok daha köklü sorunlara kalıcı çözümler bulunması için yeterli olmayacak gibi görünüyor.




Powered by proGEDIA