Avrupa’da ‘Öteki’ olmak artık daha zor!

Prof. Dr. Kemal İnat | Görüş & Analiz | 31 Mayıs 2014, Cumartesi


Avrupa’da ‘Öteki’ olmak artık daha zor!

Avrupa’da ‘Öteki’ olmak artık daha zor! *

Avrupa Parlamentosu’nda “üçüncü büyük siyasi görüşü” oluşturacak olan yabancı düşmanı partilerin oy oranlarını artırmaları, Avrupa’da “öteki” olmayı daha da zorlaştıracak bir gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır.

Geçen hafta Avrupa Birliği’ne (AB) üye ülkelerde yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde öne çıkan iki gelişme AB’nin geleceğini önemli oranda etkileyecek bir tartışmaya işaret ediyor. Bunlardan birincisi, seçim sonuçlarında da görüldüğü gibi, aşırı sağ veya AB karşıtı partilerin önemli bir başarı göstererek Avrupa Parlamentosu’nda çok sayıda sandalye elde etmeleridir. İkincisi ise seçimler öncesinde başlayan Avrupa Komisyonu başkanının kim olacağı tartışmasının seçimlerin sonrasında da aynı heyecan ve gerginlikle yürütülmesidir. Bunlardan ilki Avrupa’da entegrasyon çabalarına ciddi darbe vuran bir gelişme olarak karşımıza çıkarken, ikinci tartışma aynı anda Avrupa Birliği’ni federatif bir yapıya dönüştürmek isteyen kesimlerin ileri bir adımı olarak tezahür etmektedir.

Parlamento-Konsey ikiliği

İkinci tartışmanın analizinden başlayalım: Son seçimlerle birlikte Avrupa Parlamentosu’na çok sayıda AB karşıtı girmiş olsa da, hükümet temsilcilerinin yer aldığı Konseyler (Devlet/Hükümet Başkanları Konseyi ve Bakanlar Konseyi) ile karşılaştırıldığında Avrupa Birliği’nin bütünleşme düzeyi yüksek federatif bir yapıya dönüştürülmesini isteyenlerin çok daha fazla olduğu bir organdır Avrupa Parlamentosu. Parlamentonun yetkilerinin artırılmasına yönelik her adım ise AB’nin “ulusüstü/hükümetlerüstü” karakterini artıran, dolayısıyla da federatif yönünü kuvvetlendiren bir gelişmedir. Seçimler öncesinde Avrupa Parlamentosu’nda grupları olan partilerin Avrupa Komisyonu başkanlığı için adaylar göstermeleri Parlamentonun etkinliğini artırma yönündeki çabalarının önemli bir adımı olarak görüldü. Avrupa Parlamentosu, federal devletlerdeki başbakanlığa eşdeğer bir pozisyon olarak tanımlanabilecek olan Avrupa Komisyonu Başkanlığı makamına kimin getirileceğine kendisi karar vermek istiyor.

Bunun Avrupa Birliği’nin çıkarlarını daha çok yansıtan bir organ olan Parlamentonun, üye ülke hükümetlerinin çıkarlarını daha çok gözeten Konseylere bir meydan okuması olarak değerlendirilmesi mümkündür. Çünkü AB’de bu zamana kadarki geleneksel uygulama, komisyon başkanının Avrupa Konseyi (Devlet/Hükümet Başkanları Konseyi) tarafından belirlenmesi şeklindeydi. Avrupa Konseyi bu atamayı yaparken, belirlediği kişinin parlamentonun onayından geçmesi gerektiğini bilerek hareket ediyordu, ancak sonuçta Avrupa Konseyi’nin işaret ettiği kişi parlamentonun da onayıyla komisyon başkanı olarak göreve başlıyordu. Lizbon Anlaşması ile getirilen “Avrupa Konseyi’nin parlamentoya komisyon başkanını önerirken seçim sonuçlarını da dikkate alacağı” şeklindeki düzenleme ise parlamentoya konseyler karşısında bu meydan okumayı gerçekleştirme şansı veriyor. Şimdi parlamento bu düzenlemeden aldığı güçle, seçim öncesinde belirlediği isimlerden en fazla oy alan grubun adayını Avrupa Konseyi’ne dayatmaya çalışmaktadır. Seçimler öncesinde Avrupa Halk Partileri (EPP) ile Avrupa Sosyal Demokratları (S&D)’nın adayları olan Jean-Claude Juncker ve Martin Schulz’un televizyon programlarında boy göstererek normal devletlerdeki başbakanlık adayları gibi seçim kampanyaları yürütmeleri Avrupa Konseyi üzerinde kurulmak istenen baskının açık göstergesiydi. Seçimlerden sonra Avrupa Parlamentosu başkanlığının bu baskıyı devam ettirdiği ve en fazla oyu alan EPP adayı Juncker’in komisyon başkanı olması konusunda ısrarcı olduğu görülmektedir.

İngiltere başta olmak üzere, AB üyesi ülkelerin birçoğundaki, Avrupa entegrasyonunun daha fazla ilerletilmemesi ve federalizme gidişin durdurulması gerektiğini düşünen hükümetlerin var olduğu hatırlanırsa, bu hükümetlerin de temsilcilerinin yer aldığı Avrupa Konseyi’nde Parlamentodan gelen bu baskılara karşı güçlü bir direniş olacağı hesaba katılmalıdır. İngiltere daha seçim öncesinde Parlamentonun adaylarına karşı olduğunu açıklamış ve Avrupa Konseyi’nin bütün üye ülke hükümetlerinin hassasiyetlerini dikkate alacak bir şekilde Komisyon başkanını belirlemesi gerektiğinin altını çizmişti. Buna karşılık S&D adayına karşı çıkan Almanya Başbakanı Merkel, Juncker’e sıcak bakmasına rağmen, Komisyon başkanını belirleme yetkisini ise tamamen Parlamentoya bırakmak istememektedir. Parlamento ile Avrupa Konseyi arasında, Komisyon başkanının kim olacağı sorusu üzerine yaşanan mücadele ve tartışmalar Haziran ayı sonundaki AB Zirvesi’ne kadar sürecek gibi gözüküyor. Bu mücadeleden Parlamentonun galip çıkması, AB karşıtlarının başarısıyla gölgelenen Avrupa entegrasyonu açısından olumlu bir adım olacaktır. Bu durumda, birlik ve bütünleşme karşıtlarının Avrupa halkları içerisindeki etkinliklerini artırmalarına rağmen, federalizm doğrultusundaki adımların devam etmesi söz konusu olacaktır. Ancak Parlamentonun adayının Avrupa Konseyi’nde kabul görmemesi AB karşıtlarının seçim başarısını destekleyen bir gelişme olacaktır. Bu durumda Parlamentonun direnmesi ve kendi adayında ısrar etmesi Avrupa Birliği’ni uzun sürecek bir krize bile sürükleyebilir. Çünkü Komisyon Başkanı hem Parlamento hem de Konseyin onayladığı bir kişi olmak zorundadır. Şimdi aşırı sağcı ve AB karşıtı partilerin seçimlerde yüksek oy almasının ne anlama geldiğini ele alalım.

AB Karşıtlarının yükselişi

Öncelikle Avrupa Parlamentosu’ndaki merkez sağ ve merkez solu oluşturan EPP ve S&D’nin önceki seçimlerle karşılaştırıldığında yaklaşık 65 sandalye kaybettiği, buna karşılık AB karşıtı partilerin yaklaşık 50 sandalye daha kazanarak milletvekili sayılarını 140 civarına yükselttikleri görülmektedir ki, bu Parlamentodaki toplam milletvekili sayısının yüzde 20 kadarına karşılık gelmektedir. Bu sonuçlarla birlikte, Avrupa Parlamentosu’nun milletvekillerinin yaklaşık yüzde 20’sinin, içinde bulundukları bu parlamentoyu ortadan kaldırmak isteyen partiler adına orada bulundukları gibi ironik bir durum söz konusudur.

İkinci olarak altı çizilmesi gereken konu ise, Fransa ve İngiltere gibi AB’nin iki büyük ülkesinde ırkçı ve AB karşıtı partilerin parlamento seçimlerinden birinci parti olarak çıkmış olmaları gerçeğidir. Fransa’da merkez sağ ve solun iki köklü partisini geride bırakan Marine Le Pen liderliğindeki Ulusal Cephe’nin başarısı hem Fransa hem de Avrupa siyaseti açısından alarm zillerinin çalmasına yol açarken, İngiltere’de Nigel Farage liderliğindeki UKIB’in (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) ilk defa İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti’nin önünde seçimi tamamlaması ada siyaseti açısından bir deprem niteliğindedir. AB karşıtları Danimarka ve Yunanistan’da da ilk sırayı alırken İtalya’da yüzde 30’un üzerinde oy almayı başarmışlardır.

AB neden başaramadı?

Birkaç AB üyesi dışında Avrupa genelinde ırkçılığın ve AB karşıtlığının bu şekilde yükselişi ve bu sorunun Fransa ve İngiltere gibi Avrupa politikalarına yön veren ülkelerde çok ağır bir şekilde hissedilmesi hem Avrupa’da hem de komşu bölgelerde ciddi endişelere yol açmıştır. Yakın tarihte Avrupa’da kıvılcımı başlayan savaşların bütün dünyaya nasıl yayıldığı ve Avrupa’nın yanında dünyadaki birçok ülkeyi nasıl yaktığı hatırlanırsa, bu yaşlı kıtada yabancı düşmanlığı ve tahammülsüzlüğün halk arasında bu kadar artması ve kendisine siyasette bu derece geniş bir temsil imkanı bulması bu endişelerin haklı olduğunu göstermektedir. Avrupa’da yaşayan yoğun göçmen nüfusu bu huzursuzluğu en fazla hisseden kitleyi oluşturmaktadır. Artık Avrupa Parlamentosu’nda “üçüncü büyük siyasi görüşü” oluşturacak olan yabancı düşmanı partilerin sözcülerinin doğrudan göçmenleri ve Avrupa’da yaşayan yabancıları hedef alan ırkçı söylemlerden kaçınmamaları ve bu söylemlerle oy oranlarını artırmaları Avrupa’da “öteki” olmayı daha da zorlaştıracak bir gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır.

Avrupa Birliği’nin Avrupa’nın çatışmacı politikalarına son veren başarılı bir işbirliği ve uzlaşı projesi olduğu dikkate alındığında, AB içerisinde bu işbirliğine önem veren çevrelerin de son seçim sonuçlarından ciddi şekilde rahatsız olduklarını söyleyebiliriz. Canlı şahitlerinin halen hayatta olduğu İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa ve dünyada yol açtığı büyük insanlık trajedisi düşünüldüğünde Avrupa Birliği sayesinde bu bölgede çatışmaların önlenmesi konusunda elde edilen kazanımların aşırı sağın ve ırkçılığın yükselişi ile birlikte tehdit altına girdiği görülmektedir. AB entegrasyonu öncesinde Avrupa’da yoğun olarak yaşanan savaş ve çatışmaların en önemli nedenleri arasında etnik ve mezhepsel farklılıkların gerginliğe dönüştürülmesi olduğu hatırlanırsa, şimdilerde Avrupa’da etnik ve mezhepsel kimliklerin öne çıkarılması yoluyla bu kimliklerden farklılaşan aidiyetlerin düşmanlaştırılması Avrupa’daki sağduyu sahipleri açısından tehlikenin ne kadar büyük olduğuna işaret etmektedir. Çünkü Avrupa’nın tarihi bu farklılıkların çok kolay bir şekilde savaşa dönüşebileceğini göstermektedir ve Avrupa’nın savaşları diğer bölgelere göre çok daha yıkıcı olmuştur.

Avrupalı sağduyu sahibi liderlerin, çok ciddi çabalarla kurdukları ve kendilerine refah ve barış getiren Avrupa Birliği’ne yönelen bu tehdidi bertaraf etme konusunda ne kadar başarılı olacaklarını zaman gösterecek. Ancak ülkelerinde sinsice yerleşen ve giderek yaygınlaşan yabancı düşmanlığı, İslamofobi ve ırkçılığın önlenmesi konusunda adım atmakta çok geç kaldıklarını anlamaları ve bu gecikmenin kendilerini de saracak bir yangına sebebiyet vereceğini görmeleri gerekiyor. Çünkü “öteki”ne olan düşmanlık bir kez görmezden gelinmeye ve tolere edilmeye başlandığında, bu “öteki”nin ne zaman onu görmezden gelen olacağı hiç belli olmuyor.

Avrupalı liderlerin kendi kıtalarındaki ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile başarılı bir şekilde mücadele edebilmeleri, ancak kendilerinin de dünyanın geri kalan bölgelerindeki toplumları düşmanlaştırmaktan vazgeçmesi ve başka aktörlerle, onların kimliklerine saygı duyan ve onları oldukları gibi kabul eden dengeli ilişkiler geliştirmeyi öğrenmeleriyle mümkün olacaktır.

* Star Açık Görüş, 31 Mayıs 2014





Powered by proGEDIA