Türkiye'nin Güvenlik Konseyi sınavı

Doç. Dr. Murat Yeşiltaş | Görüş & Analiz | 15 Ekim 2014, Çarşamba


Türkiye'nin Güvenlik Konseyi sınavı

Daha önce 1951-1952, 1954-1955 ve 1961 yıllarında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde geçici üye olan Türkiye uzun yıllar sonra 2008 yılında tekrar aday olmuş, Batı Avrupa ve Diğer Ülkeler Grubu (WEOG) adına katıldığı yarışta 151 üyenin desteğini alarak dördüncü kez seçilmişti. Aradan çok kısa bir süre geçmesine rağmen Türkiye yeniden aynı pozisyona talip oldu. Başbakan Ahmet Davutoğlu, dışişleri bakanlığı sırasında yaptığı açıklamalarda, “bu kadar kısa bir süre içinde yeniden aday olmayı riskli” bir karar olarak değerlendirse de dışişleri bürokrasisi söz konusu riski minimize etmek için son bir yılda yoğun bir diplomasi takip etti. Sadece dışişleri değil, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan başta olmak üzere birçok bakan da yurtdışı ziyaretlerinde mutlaka üyelik kampanyasını ajandalarına aldılar. Erdoğan, BM'nin geçen Eylül ayındaki genel kurul toplantısı sırasında birçok ülke lideriyle bu kapsamda bir araya geldi. Adaylığından bugüne ise bu yönde yürütülen diplomasi trafiği kendi başına Türkiye’nin birçok farklı bölgeyi yeniden keşfetmesini sağladı.

Bütün yoğun diplomasi trafiğine rağmen 16 Ekim’de BM Genel Kurulu’nda yapılacak oylamada Türkiye’nin işi 2008 yılındaki oylama kadar kolay olmayacak. WEOG adına açılan iki sandalye için Türkiye’nin rakipleri İspanya ve Yeni Zelanda. Yani üç adaya karşılık iki koltuk boş durumda. Bu şu anlama geliyor: İlk turda geçici üyelik koltuğunu almak için 129 oy almak gerekli. Türkiye’nin ilk turda 129 oy alarak seçilmesi oldukça zor görünüyor. İkinci tura diğer adaylardan biriyle kalması halinde ise Türkiye yine aynı oya ulaşmak zorunda. Böylesi bir senaryo Türkiye’nin adaylık ihtimalini kuvvetlendirebileceği gibi zora da sokabilir.

Rakipler: İspanya ve Yeni Zelanda

Türkiye’nin adaylığını zorlayacak iki önemli rakibi var. Bunlardan ilki İspanya daha önceki tecrübelerini de kullanarak adaylık kampanyası sürecindeki söylemini krizler karşısında “önleyici diplomasi, dinler ve kültürler arası diyalog” üzerinde inşa etti. Bunun yanı sıra İspanya kampanyası sırasında BM Barış Gücü operasyonlarındaki son 25 yıllık tecrübesini ön plana çıkardı ve silahsızlanma başta olmak üzere nükleer yayılma ve terörizmle mücadele gibi konularda ülkesinin tecrübesini BM platformlarında paylaşma vaadinde bulundu.

İkinci aday Yeni Zelanda ise Güvenlik Konseyi geçici üyeliğini 2014 yılının en önemli dış politika gündemi olarak belirledi ve kampanyasını çatışmalarının önlenmesi için erken diplomatik müdahale ve BM üyesi ol(a)mayan devletlerin Güvenlik Konseyi’nde daha fazla temsil edilmesi üzerine inşa etti. Öyle ki müttefiki ABD hilafına İsrail’in Gazze saldırısı sırasında İsrail karşıtı açıklamalarda bulunarak Arap dünyasının oylarına talip olduğu sinyalini verdi.

Türkiye ise diğer iki adayla karşılaştırıldığında çok kısa bir süre önce yaşadığı konsey tecrübesini ön plana çıkardı. Söz konusu dönemde Türkiye hem bölgesinde hem de uluslararası sistemde yükselen profili ve konseyin gündemine alınmasını sağladığı birçok konu ile farklı bir görüntü çizmişti. Bu dönemde İran nükleer müzakereleri konusunda Brezilya ile birlikte inisiyatif alarak Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden ayrılarak Tahran’ın nükleer faaliyetlerinin barışçıl olduğunu ileri sürerek Konsey’de “hayır” oyu kullanması en çok hatırda kalanlar arasındaydı. Bu tercihi yüzünden sert eleştirilere maruz kalsa da Türkiye adaylığı döneminde İspanya ile birlikte taşıyıcılığını üstlendiği Medeniyetler İttifakı projesi, arabuluculuk inisiyatifleri ve insani diplomasi konusundaki pro-aktif siyaseti ile küresel toplumda güçlü bir şekilde kendine yer edindi ve uluslararası terörle mücadele dahil çok taraflı uluslararası mekanizmalarda kritik roller üstlendi. Bu durum Türkiye’nin küresel siyasetteki görünürlüğünü artırdığı gibi dış politikasında manevra alanını da genişletmişti.

Ne var ki 2009-2010 yılları arasındaki üyeliği sırasında var olan atmosfer hem iç siyasette hem de bölgesel düzlemde önemli ölçüde değişti ve Türkiye bir dizi meydan okumayla yüzleşmek zorunda kaldı. İç politikada birçok yeni değişkenin ortaya çıkmasıyla birlikte bir “daralma” yaşarken başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’daki bir dizi öngörülemeyen ve beklenmeyen ani gelişmeler nedeniyle dış politikasında önemli sınırlamalarla karşılaştı. Bu nedenle 16 Ekim’deki seçim Türkiye için de bir test niteliğinde olacak.

Türkiye’nin beklentileri

Türkiye, Ortadoğu’da güvenlik ve siyasi bir türbülansın yaşandığı bu dönemde, Güvenlik Konseyi'ndeki yakın tarihli tecrübesini de hesaba katarak, bölgesel sorunların BM gibi küresel platformlara daha doğru bir şekilde taşınması konusunda hayati bir rolünün olduğunu düşünüyor. İçinde bulunduğu bölgesel sistemde neredeyse bütün jeopolitik fay hatlarının daha derinden kırılmaya yüz tuttuğu bir dönemde BM Güvenlik Konseyi’nin daha etkin bir şekilde devreye girerek “önleyici bir tutum” takınması gerektiğini düşünen Türkiye geçici üye olması durumunda başta Suriye krizi olmak üzere bir dizi bölgesel krizin çözümünde aktif bir biçimde yer almak istiyor. Bu aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası politika sahnesine geçici bir statü ile de olsa yeniden dönmesi anlamına geliyor.

Türkiye adaylık kampanyası sırasında geçici üyeliğe yeniden seçilmesi durumunda başta bölgesinde faal bir görev yürüteceğinin vaadinde bulunurken, BM’nin yapısı ve işleyiş mekanizmaları dahil olmak üzere örgütün bir dizi “köklü reforma” tabi tutulması gerektiğini savunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tekraren üstünde durduğu ''Dünya 5'ten büyüktür'' ifadesi Türkiye’nin adaylık kampanyası sırasında özellikle küresel sistemde görece dışlanmış veya etkisiz ülkelerin sistemin tam bir parçası olması için gösterilerin çabasının bir yansıması niteliğinde.

Bu yönde bir istek idealist olduğu kadar en azından günümüz uluslararası siyaset koşullarında gerçekçi gözükmüyor. Ne var ki Türkiye’nin bu söyleminin birçok ülke açısından Türkiye’yi desteklemelerin de temel nedenlerden biri olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Türkiye için Suriye ve Irak’ta giderek derinleşen ve hâlihazırda kontrol edilemeyen krizlerin ortaya çıkardığı jeopolitik baskı düşünüldüğünde BM veto sisteminin çözüm üretmek yerine krizi daha da derinleştirdiği oldukça açık. Bu nedenle Türkiye BM Genel Kurulu’nun daha aktif bir şekilde, özellikle de krizlere yönelik önleyici bir diplomasi mekanizmasının kurulması için daha pro-aktif bir rol üstlenmesini talep ediyor. Türkiye adaylık kampanyası sırasında BM’nin mevcut yapısını sürekli sorgulayan bir ülke görüntüsü verdi. Bu durum Afrika gibi bazı kıtalardan daha çok oy almasını sağlayacağı gibi birçok başka ülkeyi de Türkiye’yi destekleme konusunda isteksizliğe sevk ediyor.

Türkiye’nin geçici üye olması durumunda reforma yönelik isteklerini uygulamaya geçirmesi oldukça zor gözüküyor ancak çok taraflı küresel mekanizma ve süreçlerin içinde yer alarak bölgesel siyasette yaşanan durgunluğu ve bunun dış politikasında neden olduğu “durgunluğu” dengelemeye çalışıyor. Suriye ve Irak’ta IŞİD tehdidinin giderek jeopolitik bir realiteye dönüşmek üzere olması bölgesel siyaseti etkilediği kadar uluslararası toplumu, özellikle de Batılı güçleri artık daha fazla ürkütüyor. Türkiye’nin Güvenlik Konseyi’ndeki muhtemel üyeliği ise bu noktada oldukça değerli hale geliyor. BM, adayları tanıttığı birçok metinde ise Türkiye’nin bu konuda yapıcı bir rol oynayacağı beklentisine sahip. Hem coğrafi hem de siyasi olarak Türkiye’nin katma değeri adaylık ihtimalini elbette güçlendirmektedir.

Yeterli oyu alamayarak seçilememesi durumunda ise iç siyasette “yalnızlaşma” tezini savunan muhalifler için bir süre yeni bir tartışmanın malzemesi olacağı açık ancak Türkiye’nin mevcut politik duruşunda bir kırılmaya yol açacağını beklemek abartıdan öteye geçmeyecektir. Bu nedenle üyeliği kazanması halinde Türkiye, uluslararası politikadaki mevcut aktif çabasını geçici de olsa yapısal bir statüye kavuşturacaktır ki bu Ankara açısından son derece önemlidir.

Bu yazı ilk olarak 15 Ekim 2014 tarihinde aljazeera.com.tr'de yayınlanmıştır.





Powered by proGEDIA