Türkiye-NATO krizi ilk değil, son da olmayacak

Doç. Dr. Murat Yeşiltaş | Görüş & Analiz | 25 Kasım 2017, Cumartesi


Türkiye-NATO krizi ilk değil, son da olmayacak

1952 senesinde Türkiye’nin NATO üyeliği, Ankara’nın güvenlik ve dış politika siyaseti için sadece Sovyetler Birliği tehdidi karşısında bu tehdidi caydıracak bir savunma ve güvenlik örgütünün parçası olduğu anlamına gelmiyordu. Bu üyelik, aynı zamanda Türkiye’nin “Batılı kimliğini” onaylayan bir meka-nizma olarak işlev görmüştü. Daha açık bir ifadeyle NATO üyeliği, Türkiye’nin Batıcı dış politikasının kurumsal olarak taçlandırılması ve tasdik edilme-si anlamını taşıyordu. Üyeliğin üzerinden geçen 65 yıl sonrasında bugün, Türkiye’nin NATO üyeliği belki de tarihinde hiç olmadığı kadar, Türkiye’nin bizatihi kendisi tarafından sorgulanmaya başlandı. Soğuk Savaş boyunca bir tarafta “Türkiye’nin Batılı kimliğinin” onaylanmasına yönelik bir işleve sahip olan ve Sovyet tehdidi karşısında askeri savunmasının en önemli yüklenicisi olarak görülen NATO, bugün gelinen nokta itibarıyla Türkiye’nin “milli bekasına yönelik” bir tehdit olarak algılanıyor. Daha önemlisi, NATO’ya üyeliğin nedenlerinden birini oluşturan Sovyetler Birliği, bugün Türkiye’nin işbirliği mekanizmalarını giderek artırdığı Rusya Federasyonu olarak Ankara için daha işlevsel bir partnere dönüşmüş durumda.

Burada sorulması gereken temel soruların başında ise şunlar geliyor: Bu konjonktürel ölçekte yaşanan geçici ve “anormal bir durumu” mu yansıtıyor, yoksa Türkiye-NATO ilişkilerinde tamiri ve aşılması imkânsız yapısal bir sorunla mı karşı karşıyayız? Bir başka şekilde sormak gerekirse; bu yaşadığımız son krizi “yeni” olarak tanımlamak ne kadar mümkün? Soruyu geleceğe dair formüle etmek gerekirse; Türkiye’nin NATO ile ilişkilerini gözden geçirmesi, hatta NATO’dan ayrılması NATO’ya dair yaşadığı sorunları ortadan kaldırır mı?

Krizin üç hali

Krizin muhtevasını anlamak için NATO’nun Norveç’te düzenlediği tatbikat sırasında Atatürk’ü düşman liderler arasında göstermesi ve Cumhurbaş-kanı Tayyip Erdoğan’ı “düşman ile işbirliği içerisinde” olan bir lider olarak tasvir etmesi hadisesine odaklanmak yeterli olmaz. Krizin temel olarak özünü şekillendiren ve iç içe geçmiş birbirini tamamlayan üç farklı krizden bahsetmek mümkün: Tarih, kimlik ve dış politika.

Bunlardan birincisini bizatihi NATO-Türkiye ilişkilerinin kendi tarihi seyri oluşturuyor. Bu tarihsel seyir içinde NATO’nun öncelikleri, stratejik kon-sept ve tehdit algısındaki değişimi, NATO üyesi ülkeler arasında belirlenen askeri görev ve ilişkileri, örgütün coğrafi ilgisi ve harekat alanındaki değişim ve dönüşümleri hesaba katarak dikkatli analiz yapıldığında; karşımıza işbirliği ve ortaklığın yanı sıra, birçok krizin yaşandığı bir tarih çıkıyor. Bütün bu süre zarfında NATO içinde Türkiye, kendi “özerkliğini” koruyan bir ülke olarak değil genel olarak Washington ve Brüksel’de alınan kararlara uymak zorunda olan “pasif” bir ortak olarak hesaba katıldı.

Kurulduğu ilk yıllarda, kalabalık ordusuyla ve “askerlerinin ucuzluğuyla” “maliyet” bakımından ele alınan Türkiye, coğrafi konumu ile de jeopolitik bir değer olarak Sovyet yayılmacılığı karşısında “dış çeperi” koruyan bir ön hat olarak konumlandırılmıştı. Türkiye’nin bu rolü, Soğuk Savaş süresince inişli-çıkılı bir seyir takip etti. Stratejik önceliğin, kalabalık orduların Sovyetleri ön hatta belli bir süre tutma işlevinden caydırıcılık eksenine doğru dönüş-tüğü dönemde ise Türkiye bu sefer coğrafi konumu itibarıyla, Sovyetlere karşı nükleer bir savaşta “reaksiyon süresini kısaltan” jeopolitik bir oyuncu olarak ele alındı. 1962’deki Küba Füze kriziyle birlikte, daha önceden Türkiye’ye yerleştirilen Jupiter füzelerinin çekilme kararının verilmesi belki de NATO-Türkiye arasındaki en öneli krizlerden biriydi. Ardından gelen Johnson Mektubu, takip eden yıllardaki silah ambargosu kararı ve NATO’nun askeri darbe-ler vasıtasıyla Türkiye siyasetinde oynadığı düşünülen rol, ilişkilerde sürekli bir güven problemi ortaya çıkardı.

1979 İran devrimi ve Sovyetlerin Afganistan işgali sonrasında bölgesel jeopolitik kurgunun değişmesiyle birlikte ikinci Soğuk Savaş döneminde stra-tejik konseptinde değişime giden NATO Türkiye’yi yeniden ihtiyaç duyulan bir ortak olarak gördü. Ancak Soğuk Savaş’ın bitişi NATO açısından sade-ce kendi misyonuna dair soru işaretleri ortaya çıkarmadı; Post-Sovyet jeopolitiğinde Türkiye’ye olan ihtiyaç da ciddi anlamda sorgulanır hale geldi. Ancak bu dönemde, dış politikanın güzergâhını belirleme tekelini elinde bulunduran TSK ve Türkiye’nin ağırlaşan güvenlik ortamı, NATO ile ilişkileri bürokrasisi ve siyaset için bir numaralı öncelik haline getirdi. Bu dönemde Türkiye-Yunanistan gerilimi, ittifakın güney kanadını riske eden bir dinamik olarak görülmüştü. Ancak Balkan merkezli patlak veren savaş, “alan dışı” ve “görev dışı” tartışmaları, Türkiye’ye olan ihtiyacı yeniden gündeme getirdi. Nitekim NATO ittifakı içinde Avrupacı kanadı temsil eden başat güçler karşısında Türkiye Atlantikçi kanatta saf tutarak Balkan krizleri boyunca sadece askeri olarak değil, savaş sonrası istikrarı sağlama süreçlerinde de önemli bir rol oynadı.

Retçi cephenin genişlemesi

Takip eden yıllarda patlak veren güvenlik merkezli krizler, NATO’nun stratejik önceliğinde ciddi bir kırılma ortaya çıkardı ve Avrupa güvenliğini Sovyetlere karşı korumak maksadıyla savunma öncelikli kurulan örgüt, aktif caydırıcılıktan operatif etkinliğini önceleyen ve coğrafi olarak Afganistan’a kadar yayılan bir örgüte dönüştü. Bu dönem Türkiye’nin örgüt için öneminin artmasına ve politika özerkliğini artırdıkça NATO içinde farklı bir pozisyo-na ulaşmasına neden oldu. Bu dönemde yaşanan 1 Mart krizi, Patriotların Türkiye’ye yerleştirilmesi konusunda ortaya çıkan isteksizlik, kritik savunma sistemlerinin Türkiye’ye verilmesi konusundaki isteksizlik ve giderek askeri konuların siyasi konularla birleşmesi, ilişkilerin kriz ayağını daha çok sağlam-laştırdı. Dolayısıyla bugüne gelene kadar NATO-Türkiye ilişkileri sürekli bir biçimde krizlerle boğuşmak zorunda kaldı.

Krizin ikinci ayağını ise bu krizli tarihin içinde farklı şekillerde tezahür eden “kimlik krizi” oluşturuyor. Buradaki dönüşüm ve birleşme ise şaşırtıcı olmayacak biçimde çarpıcı boyutlara ulaştı. NATO, Türk dış politikasının Batılı kimliğini onaylan bir işlev görmesine rağmen bu hiçbir zaman toplumsal bir kabule dönüşmedi. Önce sosyolojik, ideolojik düzeyde ve 1960’lardaki anti-Amerikancılığın beslediği bir “kimlik reddi” olarak ortaya çıktı. Bu dönemde siyasi ve askeri elitlerin onayı devam etti ve NATO üyeliği Türkiye’nin güvenlik ve jeopolitik söyleminin ayrılmaz bir parçası olarak işlev gördü. NATO, sadece Türkiye jeopolitiğinin güzergahını belirleyen bir sütun olarak işlev görmedi aynı zamanda toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz etti. Milli Güvenlik Bilgisi kitaplarında Soğuk Savaş döneminde hakim olan güvenlik dili, tıpkı NATO’nun stratejik konseptinde olduğu gibi “topyekün savunma” üzerinde inşa edilmişti. Bu durum Soğuk Savaş sonrasında da devam etti. Ne var ki sosyoloji-ideoloji ekseninde var olan NATO reddiyesi önce TSK’nın belirli bir kademesinde kendisine karşılık buldu ve Atlantikçi-Avrupacı NATO okuması arasında bu kesim kendisine üçüncü bir yol olarak Avrasyacılığı tercih etti. İlginçtir ki bu dönemlerde emekli olan generallerin ilk eleştirmeye başladığı konu NATO-Türkiye ilişkileri oluyordu. Özellikle siyasetin daha temkinli olmaya çalıştığı bu dönem, son yıllarda yaşanan gelişmeler nedeniyle siyaset kanadında da farklı bir kırılmanın ortaya çıkmasına neden oldu.

Bu dönemde Washington-Ankara hattında yaşanan gerilimli siyaset, NATO’ya bakışı doğrudan etkiledi. Özelikle 15 Temmuz darbe girişimi bu bakışın giderek billurlaşmasına sebep oldu. Dolayısıyla, sosyolojik-siyasi-askeri düzeyde NATO, kimliği onaylayıcı bir ortak olmaktan çıkarak kimliği “tehdit” eden bir ortağa dönüştü.

Krizin üçüncü ayağını ise daha somut seyreden dış politika ve güvenlik konuları oluşturuyor. Bu kimlik krizinden daha derin olmakla birlikte bün-yesinde daha yapısal unsurlar barındırıyor. Türkiye’nin içinde yer aldığı bölgesel güvenlik kompleksi ile kendi ulusal güvenlik mimarisinin merkezine oturan bir dış politika ve güvenlik krizi olarak tezahür ediyor. En önemli sorunların başında da Türkiye’nin ulusal güvenlik öncelikleriyle NATO’nun güvenlik öncelikleri arasındaki makasın giderek genişlemesi geliyor.

AK Parti döneminde dış politikada özerklik alanı genişledikçe bu süreç NATO içinde Türkiye’nin oynadığı rolü daha karmaşık hale getiriyor. Arap Baharı ve Suriye iç savaşı ile güvenliğini NATO ittifakına bağlamın işe yaramadığını gören Ankara, ittifak dışı siyasi ve askeri strateji geliştirdikçe kaçı-nılmaz olarak üyesi olduğu örgütün politikalarının dışında bir etkinlik alanı oluşturuyor. Stephen Kinzer’in şu ifadesi bu rahatsızlığı çarpıcı bir şekilde yansıtıyor: “Türkiye, Washington ve NATO’nun Brüksel’deki merkezinde alınan kararları kabul etmek yerine, bu günlerde kendi çıkarlarını düşünen bir Ortadoğu ülkesi gibi hareket ediyor”. Kendi çıkarlarını düşünmeye yapılan vurgu gerçekten ilginç!

Dış politikada yaşanan kriz bununla da sınırlı değil. Rusya-NATO rekabetinde çatışma riskinin arttığı bir dönemde Moskova ile ilişkilerini dengeli bir şekilde kendi ulusal güvenlik çıkarlarıyla uyuşturmaya çalışan Ankara, NATO ittifakı içinde farklılığını en çarpıcı şekilde yansıtıyor. Üstelik bu farklılığı siyasi ve ekonomik boyuttan askeri-teknik boyuta taşıması, Türkiye’nin farklılığını derinleştirme ihtimalini ortaya çıkardığı gibi, NATO-Rusya rekabetin-de onu aktif bir oyun değiştirici aktöre dönüştürüyor. Belki de S-400 sistemlerinin Rusya’dan alımı Türkiye’nin bu rolü ne kadar oynayabildiğini göster-miş olacak. Suriye, İran ve diğer bölgesel konularda Türkiye’nin takındığı pozisyon da bu farklılığı başka alanlara taşıyan bir unsur olarak işlev görüyor. Sonuç olarak dış politika ve güvenlik alanında Türkiye özerk bir yol takip ettikçe bu durum NATO-Türkiye ilişkilerinde bir krize dönüşüyor.

Krizi aşmanın yolları

Krizi aşmak için en iyi yol kesinlikle, Türkiye’nin NATO üyeliğinin kendisi tarafından sorgulanması yoluyla olamaz. Türkiye-NATO ilişkilerindeki kriz yeni değil, bundan sonra da farklı şekillerde devam edecek gibi görünüyor. Bu nedenle krizi aşmanın kolay bir yolu ya da formülü yok. NATO, askeri-teknik düzeyde Türkiye’nin ulusal güvenlik mimarisinin yapısal olarak adeta ayrılmaz bir parçası. Öte yandan, Türkiye’nin içinde yer aldığı güven-lik bölgesi ve NATO içinde konuşulan güvenlik ve siyasi konular Türkiye’nin ulusal güvenliği için hayati derecede önemlidir ve dışarıda kalarak bu alana nüfuz etmek neredeyse imkânsızdır. Türkiye de halen NATO için birçok konuda önemli bir oyuncudur. Bu nedenle, hem NATO hem de Türkiye karşı-lıklı olarak ilişkilerini yeniden bağlamına oturtacak yollar bulmalıdır.





Powered by proGEDIA